30 Ekim 2010 Cumartesi

Sana Gülmek Yasak Dostum...

 Sana daha önce "Ağlama ne olur gül artık. Gülmek senin hakkındır."demiştim.
    Şimdi ise "Sana gülmek yasak"diyorum. Sanma ki bu bir çelişki; sanma ki bunlar birbirine mâni. Aksine bunlar birbiriyle iç içe...
    Gülmek,üzerine yüklenen ebedî dâvânın ağırlığından gafleti anlatıyorsa;o sana yasak!..
    Eğer ebedî dâvânın bayrağını bir adım götürme nimetine nâil olmanın şükür ve sürûrunu temsil ediyorsa,elbet gülmek hakkındır.
    Ağlamak bedbinliğe ve şevksizliğe alem olmuşsa ağlama!.. Yazıktır gözyaşlarına...
    Eğer îman bayrağını ötelere götüremenin ızdırabı, gayrın dertlerini düşünme faziletinin ifâdesi ise ağla,hem de sel gibi gözyaşı dök!...O yaşlar bir gün rahmet bulutu olup seni gölgeler,hatta yağmur olup âb-ı hayat sunar.

    Sen öyle bir duygu girdâbındasın ki;kurtulamazsın.
    Sen; gülmek -ağlamak,sevmek-sevilmek,konuşmak-susmak gibi zıtların belki de vefâsızlıkların,kadirşinassızlıkların sâhillerine uğrayan helezonik bir güzergâhın yalnız yolcususun.
    Senin yolunda yalnız dikenler ve çakıllar değil,pusu kurmuş çakallar da var.
    Senin yolunda maddî ve mânevî menfaatlerden de öte,bir ulu gaye için çırpınmak var.
    Neylersin sen buna gönüllü tâlip olmuşsun. Sen kâinâtı kucaklayan bir ulu ideale baş koyacak fıtratta doğmuşsun. Küçük hülyâlarla nasıl avunursun?
    Sen her şeyin sâhibine gönül vermişsin,bir şeyde nasıl boğulursun?...
    Sen kendini başkasıyla mukâyese edemezsin,çünkü sen farklısın!..

    Sana bazen ağlamak yasaktır!
    Kan kussan kızılcık şerbeti içmiş gibi duracaksın. Sana bakıp şevk alanları üzmemek için gözyaşlarını içine gömüp,bağrına taş basacaksın...

    Sana bazen gülmek yasaktır!
    Herkes şen şakrak iken,sende derin bir tefekkür hâli,bir ağırbaşlılık,bir vakar görülür.
    Belki de tebessümünle iktifa edersin;çünkü sen zerre kadar zamanda kaybolmaz,asırlar ötesini düşünürsün.

    Gün olur,bir ulu hizmetin peşinde yalnız koşturur,türlü fedâkârlıklara katlanırsın.
    Belki umduğunu bulamaz, belki destek beklediklerini ilgisiz görürsün...
    Nice zamanlar doğru bildiğin yolda yalnız yürümeğe mecbur kalırsın....

    Sakın sakın, sana el uzatmayan zavallılar grubunun sahte saâdetlerine imrenme! Onlara kızma,adâvet etme. Sadece acı...
    Çünkü sen farklısın dostum! Allah sana başkalarının dertleriyle dertlenme fazileti vermiş.

    Senin beynin enbiyalar ,evliyalar, sâlihler, sıddıklar ve mücahitlerin mefkûresiyle doldurulmuş.
    O nuranî zincire bir küçük halka olmak,o ulvî kervanın peşinden koşmak,o mukaddes ayaklarına toz olmak istediğimiz dava ehlinin bir küçük ferdi olmak arzusu vermiş;ne diye küçük düşünüp,hislerini dünya için hebâ edeceksin?

    Sen farklısın dostum çok farklı!
    Ömründe seni bir kere dahi düşünmeyen,sana zerre kadar menfaati dokunmayan kişinin imanını kurtarmak için çırpınıyorsun. Onun için çalışıyor,programlar yapıyor,diller döküyorsun.
    Neylersin ki elinde değil,başkasını düşünmeden edemiyorsun.
    "Boş versene" diyemiyorsun. "Aldırma da geç git"diyenlere kulak asmıyorsun,
    "Milleti sen mi kurtaracaksın?" diyenlere : "Evet ben kurtaracağım! Var mı bir diyeceğiniz!" diye haykırıyorsun...

    Sen gönüllü bir mahkûmsun dostum!
    Sâniyeleri Allah yolunda hizmetle geçen bir çelik duvarla örmüşsün çevreni.
    Sen kendi mahpushâneni kendin yapmışsın,ne diye dışarıdaki aylaklara imreneceksin?

    Sen seni seninle mukayese et. Sen başkalarına bakıp da "o niye böyle?Şu niye şöyle?"deme.
    Sen kendi kabiliyetlerini,kendi duygularını aksa'l-gayâta çıkar. Sen kendinle yarış!..
    Bu hükümet-i cumhuriyenin tek memuru ben miyim?"deyip el etek çekme! Bu senin davandır...

    Unutma! Problemler küçük insanların şevkini kırar,büyük insanların azmini artırır.
    Sen büyük insansın. Çünkü büyük ve ebedî bir davaya gönül vermiş,baş koymuşsun. Sıradağlar gibi problemlerle çevrilsen takma kafana!
    Bu dava büyükse sahibi de büyük. Senin gibi ihlaslı,cevval kahramanları yalnız mı bırakır?...

    ZÜBEYİR GÜNDÜZALP (R.H.)

29 Ekim 2010 Cuma

Şayan-ı Dikkat

Eğer Namaz kılmazsan, senin o günkü alemin zulümatlı ve perişan bir halde gider. Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.
bediüzzaman

28 Ekim 2010 Perşembe

ey nefsim!!

Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.

1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2. Sen, ani ve fani zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.

3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana kefaret ediyor.

4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat i kanaatin gelmiş ki, zahiri musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlahiyenin çok tatlı neticeleri var. -1- çok kat i bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahi, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderi değiştirilmez.

5. -2- kudsi düsturunu kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fani zevkler, sana manevi elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilakis, manevi lezzetler ve uhrevi sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.

Said Nursi

1- Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. (Bakara Sûresi: 2:216.)
2- Kadere İmân eden, kederden emin olur.


emirdağ lahikası

22 Ekim 2010 Cuma

seni arayacak gözlerim...


Seğirmiyorsa göz yaşı yakıştıramadığım kara kirpiklerin sebebsiz ,
durduk yere hıçkırık vurmuyorsa başımı yaslıyamadığım bağrına, 
çınlamıyorsa derin derin seni sevdiğimi fısıldadığım kulakların ;
yine ayrılık vakti gelmiş demektir habersizce. 
Ya sen veda ediyorsundur dünyaya,
ya da ben mutlak kavuşacağımızı bilmenin sevinciyle içiyorumdur ecel şerbetini…
Kavuşmak faniden, bakiye kalmıştır artık.
İsrafil’in suru ile uyanmanın şiddetiyle, herkes kendi derdine düşecekken, 
seni arayacak  Adem’den Mehdi’ye milyarlar arasında  gözlerim…
  Ali Haydar (fikir sancısı)

feryad...

Bırak biçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ ender hata ender belâdır bil.

Belâ vereni buldunsa eğer, safâ ender vefâ ender atâ ender belâdır bil.

Madem öyle, bırak şekvâyı, şükret; çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender hebâ ender belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Hem üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin'in nefsine dediği gibi dedim:

O, "Ben senin Rabbin değilmiyim?" dedi; sen "Evet, Rabbimsin" dedin. "Evet" demenin şükrü nedir? "Bela" çekmektir. Belanın sırrının ne olduğunu bilirmisin? O, Allah'a karşı fakrını hissetmenin ve Allah'a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yoludur.
6.mektup/ mektubat

21 Ekim 2010 Perşembe

sevmek

                                                    sevmenin;
                     1. tezahürü sevenin sevdiğiyle birlikte olmak istemesi
                     2. tezahürü ise sevenin sevdiğine benzemek istemesidir

arkadaş!!! .


arkadaş!!!
kalbinin gözüyle bak bana...gönlünün sesiyle seslen ruhuma...vicdan kulağınla teveccuh et konuşulanlara...
SAKIN VEFASIZLIK ETME HAKİKATLERE ve DAVAYA...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Bediüzzaman'ın Mübarek Süleyman'ı

20 Ekim 1963'te vefat eden, Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden 'Mübarek Süleyman'ın 47. vefat yıldönümü...

Ömer Özcan'ın yazısı

1898 Barla doğumlu Mübarek Süleyman (Köse) ağabeyimizi bu dünyada hiç göremedim. Çünkü 20 Ekim 1963 gibi bizim hayat-ı nûriyemizden çok önce dar-ı âhirete irtihal etmişti. Onu bize yine Barlalı bir Süleyman olan Sıddık Süleyman’ın (Kervancı) yeğeni Hüseyin Bülbül anlattı.

Hüseyin Bülbül ağabeyimiz; 1913 doğumlu olup, Sıddık Süleyman’ın kız kardeşinin oğludur. Emirdağ Lâhikasında “Sıddık Süleyman’ın hemşerizadesi Hüseyin…” şeklinde ismi geçiyor. Daha 13 yaşında iken Bediüzzaman Hazretlerinin bilhassa Çamdağı’na çıkarken hizmetlerinde bulunmuş Hüseyin ağabey…

Hüseyin Bülbül ağabeyin hatıralarını 6 Ağustos 1994 tarihinde almıştım. İki sene sonra 17 Kasım 2006 tarihinde Barla’da vefat etti. Hatıralarının tamamı “Ağabeyler Anlatıyor-1” kitabındadır.

İşte Hüseyin Bülbül’e, Mübarek Süleyman’ı sorduğumda bize anlattıkları:

***

Mübarek Süleyman çok dürüst bir insandı, hiç yalan söylemez, hiç yemin etmezdi

Üstadımızın Barla’da iki Süleyman’ı vardı. 28. Söz Cennet Risalesinin te’lif edildiği Cennet Bahçesinin sahibi benim dayım “Sıddık Süleyman” ile “Mübarek Süleyman.”

Mübarek Süleyman çok dürüst bir insandı, hiç yalan söylemez, hiç yemin etmezdi. O kadar ki; bunu bilen arkadaşları şaka olsun diye onu bir şey çalmakla suçluyorlar, şakadan falakaya yatırıyorlar. Mübarek kat’iyyen yemin etmiyor. Çok sıkıştırıyorlar; “Madem tarlamın yarısını satıp ödeyeyim” diyor. Hâlbuki arkadaşları mahsus yemin ettirmek için plan kuruyorlar… İşte o derece dürüst ve düstur sahibi bir insandı.

Üstad’ın Mektûbat’ta anlattığı ekmek hâdisesini gözleri ile gördüğünü anlattı bana

Mübarek Süleyman'dan 16. Mektup’ta Üstadımızın anlattığı “Katran ağacında ikram-ı İlâhî olarak ekmek görme” hâdisesini bizzat kendisinden dinledim.

Bir Çarşamba günüymüş. Üstad Süleyman ağabeye “kardeşim ekmeğimiz kalmadı sen git ekmek getir” diye söylemiş. Süleyman ağabey de ertesi gün yani Cuma akşamı Üstad’ın çok feyizli dualar ettiğini bildiği için kalmak istemiş. Üstad da “kal” diyor. Sonra bir tepeye çıkıp oturmuşlar. Birden Üstad “Süleyman müjde! Cenab-ı Hak bize rızık verdi” diyor. Üstad’ın Mektûbat’ta anlattığı aynı hâdiseyi gözleri ile gördüğünü anlattı bana.

Seneler sonra Üstad’ı Emirdağ’ında ziyarete giden Bahri Çağlar ağabeye Üstadımız: “Mübarek Süleyman ne yapıyor?” diye sorar. Bahri Ağabey de “Risale yazıyor Üstadım” der. Üstad “Onun iki kelimesi var ki, on sene risale yazmaktan efdaldir. O iki kelime ise; Çam dağında ağaçların dalları arasında ekmek bulduğumuzda; ‘Üstadım, helal olur mu?’ Demesidir” diye memnuniyetini belirtiyor.

Ağabeyler Anlatıyor-1, Sayfa 146, 6. Baskı

www.RisaleHaber.com

18 Ekim 2010 Pazartesi

Ali Uçar Ağabey'in Rüyası..


Bediüzzzaman Hazretlerinin talebelerinden Bayram Yüksel Ağabey, ömür boyu süren iman hizmetini Sofya'daki bir trafik kazasında noktalayıp ahirete intikal ettiğinde, yanında biri daha vardı: ALİ UÇAR
Her gün bir başka yere koşarak iman hizmetinde bulunan Ali Uçar, yıllar önce gördüğü bir rüyayı anlattığında, bu hatırası arkadaşları tarafından teybe alınmıştı. Onun mübarek rüyasını, kasette kullandığı ifadelerle aynen aktarılmış. Mekanları Cennet olsun.

Peygamber Sofrasındaki Şehit

Büyük bir ova ile bitişen bir dağın yamacında, güneşin hareretinin azaldığı sıralarda, kardeşlerle yere otumuş ders yapıyorduk. Ben, risaleleri yeni tanıyan genç bir kardeşin yanında oturuyordum.

Birden, ovada küçük küçük dairesel gölgeler gmrdüm. Yukarı baktım, gökten yüzlerce paraşütlü ve silahlı askerler iniyordu. Biz, ovadan 75-100 m. kadar yüksekteki dağın yamacında idik. Dağ ve ovanın bitiştiği yerde eski şehir harabeleri, asırlık ağaçlar ve bilhassa incir ağaçları bulunuyordu. İnen paraşütlü askerler, derhal harabelere koşup mevzileniyordu. Hemen akabinde, ufuktan toz bulutu gibi süvariler oraya doğru gelip, diğerleri ile savaşa tutuştular. Bu arada kardeşlerle susup hayretler içerisinde, hiç telaş göstermeden yalnızca onları seyrediyorduk. Fakat onlar bizim varlığımızdan haberdar değillerdi. Her neyse... Süvariler, çok geçmeden diğerlerini harebede öldürüp, geldikleri gibi gittiler. Ben, yanımdaki kardeşe, "Düşmanların her an gelip bizi de öldüreceklerini ve aşağıdaki silahlardan bazılarını kullanabildiğimi, ona öğreteceğimi " söyledim. Aşağıya indik, ona bazukanın nasıl kullanıldığını gösterirken, arkamdan bir el omuzuma dokunarak:

- "Ali Uçar sen misin? " dedi. Dönüp baktım ki, kırmızı sakalları göğsüne inen, deve yününden yapılmış ince bir cübbe içerisinde, nurani ve mütebessim bir zat:

- "Benimle gel, seninle bir yere gideceğiz! " Ben, " Arkadaşım da, gelebilir mi?" diye sordum. O, arkadaşıma döndü, tebessüm ederek:

- "Yooook, yooook....o, kalsın!" dedi. Bir kaç defa ısrar etmeme rağmen razı olmadı. Böylece yola koyulduk. Yolda yürürken o zat bana:

- "Bu günlerde hiç risale okudunuz mu?" diye sordu.

- "Evet" dedim. Yine sordu:

- "Orada Davud'un kıssası var mı? Ben yine "Evet" dedim. O zat:

- "Siz, yoksa Davud (a.s) mısınız? dedim. " Evet" dedi. Bir müddet beraber yürüdükten sonra, bir hendek yanına geldik. Davud (a.s), bana:

- "Bismillahirrahmanirrahim diyerek karşıdaki kayaya atla! dedi. Onun dediğini yaparak karşıya geçtik. Daha sonra ikinci bir uçurumun ucuna gelince, Davud (a.s), bana yine:

- "Bismillahirrahmanirrahim de ve karşıya uç. Karşıda şöyle şöyle bir yere varacaksın!" diyerek bana karşı tarafta bir yer tarif etti. Sonra,

- "Anladın mı?" dedi. Ben " Anladım " deyince:

- "Bana tarif et!" dedi. Tarif ettim. Uçuruma bakınca, "Buradan nasıl atlanır?" diye içimden korku ve hayretle düşündüm. Fakat Davud (a.s), insana bakışları ve tebessümü ile güven veriyordu. Hem O, bir peygamber idi.

"O'nun sözüne itimat edilir." diye düşündüm. Ne var ki, bir peygamberden önce davranıp karşıya geçmek, edebe muhalif olur diye, "Önce siz geçin" dedim. Davud (a.s):

- "Önce sen geç, ben sonra geçeceğim" dedi. Ben de, besmeleyi çekip kendimi uçuruma doğru bıraktım. Ellerim önde, ayaklarım arkada, düz bir vaziyette karşıya doğru uçmaya başladım. Rüyada uçmak öyle zevkli, öyle bir lezzetli ki, anlatamam. Her neyse... Karşı tarafa, tarif edilen yere vardım. Orada ayakta birkaç kişi konuşuyordu.

Davud (a.s) yanımıza geldi ve onları bana tanıttı.

- "Bu Süleyman'dır" dedi. Ben, "Yani, Süleyman (a.s) mı ?" dedim. "Evet" dedi. Diğer birkaç peygamberi de, bu şekilde bana tanıttı. Ben, Davud (a.s) 'a hasretle:

- "Bizim peygamberimiz nerede?" diye sordum. Davud (a.s), elini kaldırarak bir tarafa doğru işaret etti. Büyük bir iştiyakla o yöne doğru koşmaya başladım. Tam tepeye ulaşıyorum, ayağım kayıyor, otuz metre aşağıya düşüp, tekrar çıkmaya çabalıyorum. Nihayet yamacı aşarak, koşmaya devam ettim. Bol ağaçlı bir ormana girdim, gittikçe ağaçlar sıklaştı ve birden ağaçlar kesildi. Boyları göğsüme kadar gelen buğday başakları ile dolu bir düzlüğe çıktım. Ortada da bir patika yol vardı. Patika yola girer girmez, Cenab-ı Peygamber'i (a.s.m) gördüm. Büyük bir heyecan içerisinde selam verdim. Gülümseyerek selamımı alan Peygamberimiz:

- "Geldin mi, Ali?" dedi.

- "Geldim, ya Resulallah!" dedim.

O'nun gülümsemesi bana o kadar lezzet vermişti ki, tarif edemem. Adeta o gülümseme içime, iliklerime, bütün hücrelerime kadar işlemişti. Cenab-ı Peygamber (a.s.m) yüzü dolgun, yeni traş olmuş, heybetli, her tarafı nurani ve insana güven veren bir çehre içerisindeydi.

- "Ya Resulallah, bu sefer sizi çok iyi gördüm." dedim. (Cenab-ı Peygamber a.s.m'ı daha evvel, mükerreren zayıf görmüştüm.) Cenab-ı Peygamber (a.s.m), pazularını şişirerek, mütebessim bir şekilde:

- "Evet, çok iyiyim." dedi. Ben buraya nasıl geldiğimi ve başımdan geçenleri anlattım. Savaştan bahsettim. Cenab-ı Peygamber (a.s.m) ciddileşmişti.

- "Onların ikisi de kafirdir. Sizlere bir zarar veremezler." dedi. Cenab-ı Peygamber (a.s.m) ciddileşince, heybetinden dolayı insan taş kesiliyordu. Cenab-ı Peygamber (a.s.m),

-"Arkadaşlar..." deyince, birden kendimi diğer peygamberlerin oluşturduğu bir halkanın içinde buldum. Demek ki, Resulullah (a.s.m) ile konuşurken öyle dalmışım ki, onların varlığının farkına varmamışım. Cenab-ı Peygamber (a.s.m), konuşmasına devam ederek,

-"Sofrayı hazırlayın! buyurdu. Etrafımızdaki peygamberler, koşarak uzaklaştılar. Biraz sonra yemek yenecekti. Ben, Cenab-ı Peygamber (a.s.m) ile oraya doğru, O (a.s.m) önde, ben arkada yürürken, "Risale-i Nur okuduğumuzdan, talebe hizmetlerinden ve diğer hizmetlerimizden" bahsediyordum. Bu arada sofranın başına geldik. Sofra daire şeklinde idi. Cenab-ı Peygamber'in (a.s.m) oturduğu yerin hemem sağında Davud (a.s) ve ben vardım. Karşımdaki zatın kim olduğu zihnimi kurcalıyordu. Herhalde Yusuf (a.s) idi. Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen bütün peygamberler sofrada hazır bulunuyordu. Cenab-ı Peygamber (a.s.m)'in önünde bulunan iki tabakta salata vardı. Her ne ise... Cenab-ı Peygamber (a.s.m) diğer peygamberleri tanıtmaya başladı. Hemen yanındaki Davud (a.s)'ı överek tanıtmaya başladı. Bu arada sırtına hafif hafif vurarak, Kur'andaki bahislerinden de bahsediyordu. Cenab-ı Peygamber (a.s.m), sözünü bitirir bitirmez, ben Davud (a.s)'ın Risale-i Nur'da geçen kıssasını anlattım.

Davud (a.s) isminin, kıssasının risalelerde geçmesine pek memnun olmuş ve bu memnuniyetini diğer peygamberlere mimik hareketleriyle izhar ediyordu. Cenab-ı Peygamber (a.s.m), diğer peygamberleri de bu şekilde tanıttı. Ben de, her defasında onların kıssalarını, Risale-i Nur'da geçen yerlerden naklettim. Hepsi bundan memnun oldu.

Artık yemek nihayete erecekti. Cenab-ı Peygamber (a.s.m),

-" Misafirin duası makbuldür. Yemek duasını sen yap!" buyurdu. Ben, daha evvel ezberlemiş olduğum Sözler'deki duayı ve münacatın sonundaki duayı okudum:

-" Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerinin ve gölgelerinin asıllarını, menba'larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada da yedir. Bizi zeval ve teb'id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başı boş bırakıp idam etme."

" Ya Rabbi ve ya Rabb-es Semavati ve-l Aradin! Ya Halıkı ve ya Halık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hakimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur'an'a ve imana hizmet için , insanların kalplerini Risale-i Nur'a müsahhar yap! Ve bana ihvanıma, iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver. Hazreti Musa Aleyhisselam'a denizi, Hazreti İbrahim Aleyhisselam'a ateşi ve Hazreti Davud Aleyhisselam'a dağı, demiri ve Hazreti Süleyman Aleyhisselam'a cinni ve insi ve Hazreti Muhammed Aleyhisssalatü Vesselam'a Şems ve Kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur'a kalpleri ve akılları musahhar kıl!.. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs'te mes'ud kıl! Amin, amin, amin!...
(Şualar: 5)

Bunun üzerine, Efendimiz Cenab-ı Peygamber (a.s.m),

-" Maşallah, ne güzel ve ne cami bir dua. Bu, Bediüzzaman'ın duası. Bir daha oku" buyurdu. Ben tekrar okudum. Cenab-ı Peygamber Efendimiz (a.s.m), yine:

-" Maşallah, ne güzel ve ne cami bir dua. Bir daha oku" buyurdu. Ben yine aşkla ve şevkle okudum. Bana üç kez okuttular.

Artık sofradan ayrılma zamanı gelmişti. Cenab-ı Peygamber (a.s.m), ayağa kalkmıştı. Ben de vedalaşmak üzere yanına yaklaştım. İçimden, " Ben sizin yerinizi öğrendim. Artık sık sık buraya gelirim" dedim. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.)'a " Ya Resulallah, biz devamlı Risale-i Nur okuyoruz. Ben şimdi Nur talebelerinin yanına gidiyorum. Onlara ne diyeyim?" diye sordum. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.), mübarek parmağını havaya kaldırdı ki, diğer peygamberler gözleriyle takip ediyorlardı. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.):

-" Allah (c.c.) sizinle beraberdir" buyurdu. Sonra mübarek parmağını aşağıya, diğer peygamberleri gösterecek şekilde indirdi ve bir daire çizdi:

-" Arkadaşlarım da sizlerle beraberdir." buyurdu. Sonra mübarek eliyle kendini işaret ederek:

-" Bende sizinle beraberim" buyurdu. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.), ciddileşmişti. Mübarek sesini yükselterek:

- "Devam edin!... Devam edin!... Devam edin!..." buyurarak, bana son mesajını verdi.

Efendimiz Cenab-ı Peygamber(a.s.m.)'dan ayrılmadan önce sıkıca sarıldım ve uyandığımda kendimi, ayakta buldum.

üstadım!

   Üstadım!
Ben o Nurlarla tanış olalı
Doya doya gülemez oldum.
Kana kana yiyemez oldum.
Gözüm dikip semaya
Korkumdan bakamaz oldum

Risale-i Nur'un kahraman hanımları

Cenab-ı Hak bizleri siz müşfik Üstadımızdan, Risâle-i Nur’dan ölünceye kadar ayırmasın. Siz ve Risâle-i Nur; dünyada mürşidimiz, âhirette şefaatçimizdir. Canımız, Nur-u Kur’ân ve iman olan Risâle-i Nur’a ve Kur’ân dellâlı olan siz Üstadımıza kurban olsun...

Her şeyimiz Risâle-i Nur’a feda olsun...

Dualarınıza çok muhtaç talebeleriniz ve manevî evlatlarınız...

İstanbul Hanımları

(HANIMLAR REHBERİ)

Risâle-i Nur’un neşrinde, bazı mübarek hanımlar ehemmiyetli fedakârlıklara mazhar olmuşlardır. Risâle-i Nur’u hanımlar, kızlar bizzat kendi elleriyle yazmışlar, göz nurlarını dökmüşler, mübarek kâtibeler olarak imana Kuran’a hizmet etmişlerdir.

Eşlerinin Risâle-i Nur’a olan hizmetini daha fazla arttırmak için fedakarlıklarda bulunan kahraman hanımlar da görülmüştür. Risâle-i Nur’u gece-gündüz yazan efendilerine geceleri lâmba tutarak, onların din ve iman hizmetlerine canla başla iştirak etmişlerdir. Hatta öyle Nur Talebesi hanımlar vardır ki, kendilerini son nefeste iman nuruyla hüsn-ü hâtimeye nail edecek Nur Risâlelerini hararetle okumuşlar ve diğer din kardeşleri olan hanımlara da okuyup tanıtmışlardır. Nurları hanımlar içinde neşrederek, pek çok hanımın, Kur’ân ve iman nurlarıyla nurlanmasına vesile olup kahramanca hizmette bulunmuşlardır. Risâle-i Nur’u okuyup okutmakla iman mertebelerinde terakki edip âdeta birer mürşit mertebesine yükselmişlerdir. Hanımlar, sırf Allah rızasını tahsil için, safvet ve ihlâsla, Risâle-i Nurdaki parlak ve çok feyizli Kur’ân nurlarına bağlanmış ve kalplerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besleyerek dünya ve âhirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuşmuşlardır.

Risâle-i Nur’un kıymet ve büyüklüğü, temiz kalplerine o kadar yerleşmiştir ki; onu beraberce okuyup dinledikçe, içleri nurlarla, feyizlerle dolup taşmış, nuranî gözyaşları dökerek cûş u hurûşa gelmişlerdir.

Ne bahtiyardır o hanımlar ki; Risâle-i Nur’un bu mukaddes imanî hizmetinde çalıştıkları için onlar daima hayırla yâd edilecek, âhiretlerine nurlar gönderilecek, kabirleri Cennet-misâl pür nur olacak ve âhirette de en yüksek mertebelere ulaşacaklardır. İnşallah. (Tarihçe-i Hayat)

Üstad Bedîüzzaman hazretleri hanımlar için hususi eser yazan tek büyük zattır. Bedîüzzaman hazretlerine göre hanımlar şefkat kahramanıdır ve bu vasıflarıyla Risâle-i Nur hizmetinde ileridirler.

“Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar. Ben “kardeşlerim” dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kast ederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır.” (Emirdağ Lahikası)

RİSALE-İ NUR ECZALARINDA NUR’UN FEDAKÂR HANIM KAHRAMANLARI

SAV KÖYÜ HANIMLARI

Bedîüzzaman hazretleri Sav köyü hanımlarının Risâle-i Nur’a olan kahramanâne hizmetlerini diğer hanımlara numûne göstermiştir.

Lillahilhamd bu havalide de, bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyak ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar; Sav’lı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fâl-i hayırdır ki; o şefkat madenlerinde Risâle-i Nur parlayacak, fütuhat yapacak. Hem Sav Köyü’nün bahadır çobanları, torbalarında Risâle-i Nur’u yazmak için taşımaları, aynı oradaki hanımların fedakârlıkları gibi bu havalide gâyet tesirli bir medar-ı teşvik olacak. O hanımların ve o çobanların hususî isimlerini bilmek arzu ediyoruz. Tâ hususî isimleri ile has talebeler içine girsinler. (Kastamonu Lahikası)

Mühim bir Medrese-i Nuriye olan Sav Köyü’nün başta Hacı Hâfız olarak Ahmed’leri, Mehmed’leri, hattâ muhterem hanımları (Tahir’in refika ve kerimeleri gibi) ve masum çocukları Risâle-i Nur’la meşgul olmalarını düşündükçe bu dünyada Cennet hayatının manevî bir nev’ini zevk ediyorum, görüyorum. (Kastamonu Lahikası)

KASTAMONU HANIMLARI

Zehra, Hacer, Lütfiye, Ulviye, Nemciye, Aliye, Saniye, Âsiye, Ulviye, Şerife ve Nimet Hanımlar

Kastamonu’nun Zehra’ları, Hacer’leri, Lütfiye’leri, Ulviye’leri, Necmiye’leri başka bir sahada (hanımlar âleminde) Nur hizmetinde Feyzi’ye arkadaşlık ediyorlar.(Emirdağ Lahikası)

Burada başta Âsiye olarak Ulviye, Lütfiye gibi çok çalışkan hanım şakirdler, Medrese-i Nuriye’deki hemşirelerine ve selâm gönderen Sabri’nin refikasına hem kardeşlerine arz-ı hürmet ve selâm ve dua ederler.  (Kastamonu Lahikası)

Hem latif, hem güzel, zarif bir hâdiseyi söyleyeceğim: Bu memlekette Risâle-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârane yapışan ihtiyare hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymetdar parçaları Risâle-i Nur’un eczalarının cildleri üstüne çekip, bütün Risâleler altun yaldız ile cildlemiş gibi bir tarza girdi. Risâle-i Nur’un manen güzelliğine ve Husrev ve Tahirî ve Ali’lerin ve Hasan Âtıf ve Âsım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Meselâ Âsiye, Sâniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risâle-i Nur’un şakirdleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve dua ediyorlar. (Kastamonu Lahikası)

İSTANBUL HANIMLARI

İstanbul Hanımları, Risâle-i Nur ve Bedîüzzaman hazretlerine olan muhabbetlerini ulvi hislerle kaleme dökmüşler ve onların mektupları Risâle-i Nur eczalarından Hanımlar Rehberine geçmiştir.

Sevgili Rabbimizin kalplerimizde rahmetiyle dercettiği muhabbet hissini; (neden) bizi ebedî saadete götürecek olan iman derslerini Risâle-i Nur ve siz Üstadımız yolunda sarfetmeyelim? Başka yolda sarfetsek; bize dünya ve âhirette eyvahlar dedirtecek, hüsrana götürecek, belki ebediyen ağlatacak. Eğer çocuklarımıza da bu ehemmiyetli hakikati aşılamakla hakikî şefkatimizi sû’-i istimal etmeden gösterebilirsek, analık vazifemizi bihakkın îfa etmiş olacağız. Duanıza muhtaç Manevî evlatlarınız. Size Talebe olmağa çalışan Ahiret Hemşireleriniz…  İstanbul Hanımları  (Hanımlar Rehberi)

Çok şefkatli, çok merhametli Üstadımız, Efendimiz hazretleri!

Risâle-i Nur’un bizlere ve alem-i İslam’a bu büyük bayramını tekrar tebrik ederiz... Cenab-ı Hak bizleri siz müşfik Üstadımızdan, Risâle-i Nur’dan ölünceye kadar ayırmasın. Siz ve Risâle-i Nur; dünyada mürşidimiz, âhirette şefaatçimizdir. Canımız, Nur-u Kur’ân ve iman olan Risâle-i Nur’a ve Kur’ân dellâlı olan siz Üstadımıza kurban olsun... Her şeyimiz Risâle-i Nur’a feda olsun...

Dualarınıza çok muhtaç talebeleriniz ve manevî evlatlarınız... İstanbul Hanımları    (Hanımlar Rehberi)

İZMİR, MANİSA VE ÇEVRESİNDEKİ HANIMLAR

Ey sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Biz sizin ve Risâle-i Nur’un kıymetinin bir zerresini bile medh ü sena etmeğe muktedir değiliz. Risâle-i Nur’un ve sizin medhiyenizi, kudretli talebeleriniz coşkun lisanlarıyla, hararetli aşklarıyla terennüm ediyorlar. Biz ise, onların ayaklarının izlerinde sürüklenerek tâ huzurunuza kadar çıkabilmek için, böyle bozuk lisanımızla bunları size yazdık. O şüheda-i hakikat Hâfız Ali ve Hasan Feyzi’nin  (rh) hatırları için, bizim bu cür’etimizi hoş görmenizi hazretinizden niyaz ediyoruz. İzmir, Manisa ve havalisindeki Talebeleriniz ve manevî evlâdlarınız ve âhiret hemşireleriniz namına… (Hanımlar Rehberi)

DİĞER HANIM KAHRAMANLAR

Şamlı Hâfız Tevfik’in haremi, merhume Zehra

Risâle-i Nur’un te’lifi başında, başkâtib Şamlı Hâfız Tevfik’in haremi merhume Zehra, ben Barla’da iken, Şamlı Hâfız Risâle-i Nur’u yazmasına çalışmak için o merhume, Hâfız’ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hâfız’ın işlerini görüyordu.. tâ nurları yazsın. Biz de o merhumeyi o iyiliğine mukabil, Risâle-i Nur’un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz, hem dua edeceğiz. (Kastamonu Lahikası)

Çok çalışkan ve fedakâr Tahir’in iki mübarek kızları

Mübarekler, Tahir ile beraber; Tahir’in bize o kıymetdar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaaya sevkediyor. Hâfız Ali’nin mektubunda, Tahir’in yazdığı ve göndereceği Sözler’i daha alamadık. Ve onun masume iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor; görenleri Risâle-i Nur’a cezbediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahir’in kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı. (Kastamonu Lahikası)

Asiye Hanım

Yirmi seneden beri Risâle-i Nur’a hizmet eden kıymetdar talebeniz, Âsiye Hanım buradadır. Bizlere Risâle-i Nur’u tanıttı. Kadınlar arasında imana, Kur’âna, Risâle-i Nurlarla büyük hizmetler yaptı. Birçok yerlerde hanımlar, genç kızlar, Risâle-i Nur’u yazıp, okuduklarını işitiyoruz, çok sevinçler içinde Allah’a hamd ve şükürler ediyoruz... Nurlara çalışan bütün kardeşlerimize, hem vatanımızdaki âhiret kardeşlerimize dualar ederiz, onları ruh u canımızla tebrik ederiz. (Hanımlar Rehberi)

Üstad Hazretleri uzun zaman, icazet almanın alameti olan bir üstad tarafından cübbe giyinmek vaziyetine maniler bulunmasından sonra, yüz senelik mesafeden Hazret-i Mevlana Zülcenaheyn Halid  Ziyaeddin kendi cübbesini pek garip bir tarzda Risâle-i Nur şakirdlerinden ve ahiret hemşirelerinden olan Asiye namında bir hanım eliyle o mübarek cübbeyi almış ve giymiştir. (Sikke-i Tasdik)

Âsiye’nin has arkadaşlarından Nurcu Şerife Hanım. (Emirdağ Lahikası)

Bedîüzzaman Hazretlerinin, “Kıymetli hemşiremiz Zehra” diye hitap ettiği Zehra hanım

İki defa Nur’un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra’nın Medreset-üz Zehra’nın kâğıt masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev’ler, Feyzi’ler, Ahmed’ler bulunduğunu gösteriyor. (Emirdağ Lahikası)

Bedîüzzaman Hazretlerinin Rahmet duası ettiği Hatice, Hicret, Âişe Hanımlar

Merhume Hatice ve merhume Hicret’in ve merhume Âişe’nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin, âmîn. (Emirdağ Lahikası)

Bedîüzzaman Hazretlerinin numune gösterdiği Ümmühan ve Şahide hanımlar

(Şahide Hanım aslen Emirdağlı olup, Bolvadin’de çok kıymettar hizmetlerde bulunmuştur. Seksen dört yaşında istanbul’da vefat eden Şahide hanım, Bedîüzzaman üstadın iltifatına mazhar olmuş bahtiyar hanımlardandır)

Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. (Kastamonu Lahikası)

Cenab-ı Hakk hepsinden razı olsun, böyle kahraman hanımlarının sayısını ziyade kılsın, bizleri de o bahtiyarlardan bir bahtiyar yapsın…


Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar. Ben “kardeşlerim” dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kast ederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır. (Emirdağ Lahikası)


İki defa Nur’un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra’nın Medreset-üz Zehra’nın kâğıt masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev’ler, Feyzi’ler, Ahmed’ler bulunduğunu gösteriyor. (Emirdağ Lahikası)

Kaynak: irfanmektebi.com

ey nefsim!!!

  
 Ey nefsim!
    Sabra tahammülün yoksa
    Sabırdan bahsetme.
"Allah sabredenlerle beraberdir" deme
Beraberliği istemediğin halde.
Kötülük gördüğün bir insana
Yıllar yıl buğzediyorsan
Onu affetmeye yanaşmıyorsan
Ondan köşe bucak kaçıyorsan
"Kin tutmak kötüdür" deme
Kindarlıktan bahsetme...
Ölümüne kardeş değilsen eğer
Hep kendini düşünüyorsan
Onları yükselmek için kullanıyorsan
Daha iyi bir yaşam için
Sömürüyorsan onları
Kardeşlikten bahsetme
Güzel konuşuyor desinler diye konuşma
Güzel yaşıyor desinler diye yaşama
Ey nefsim!
Ya ol
 Ya da öl...

alıntı